Günümüzde sansür, yalnızca devlet politikaları aracılığıyla doğrudan uygulanmakla kalmıyor; aynı zamanda hukukun seçici mekanizmaları, medya ve toplumsal algı yoluyla da şekillendiriliyor. Sansürün bu çok katmanlı yapısı, devletin resmi denetim mekanizmalarıyla sınırlı olmayan, aynı zamanda yargı kararları, düzenleyici kurumlar, medya organları ve toplumun farklı kesimlerinin baskısı ile desteklenen bir ekosistem yaratıyor. Bu ekosistem, yalnızca siyasi içerikli sansürle değil, kültürel, sanatsal ve toplumsal meseleleri ele alan ifade biçimlerini de hedef alarak kamusal alanın daralmasına neden oluyor.
Son dönemde kamuoyunun gündemine gelen iki olay, bu durumu açık bir şekilde ortaya koyuyor: Oyuncu Melisa Sözen’in canlandırdığı bir karakter sebebiyle ifade vermek zorunda bırakılması ve Turabi’nin bir şarkısına Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın talebi üzerine erişim engeli getirilmesi.
Bu iki vaka, hukukun ve devlet kurumlarının nasıl seçici bir şekilde hareket ettiğini ve belirli içeriklerin toplumdan nasıl uzaklaştırılmaya çalışıldığını açık bir şekilde gösteriyor. Sansürün meşrulaştırılma biçimleri ise genellikle kamu düzeni, milli güvenlik, ahlaki değerler veya toplumsal hassasiyetler gibi geniş ve muğlak kavramlar üzerinden şekillendiriliyor. Bu söylemler, sanatçılar ve içerik üreticileri üzerinde hem hukuki hem de psikolojik bir baskı unsuru haline geliyor.
Melisa Sözen: Kurguyla gerçek birbirine karıştı
Melisa Sözen’in yalnızca rol gereği canlandırdığı bir karakter nedeniyle yargılanması, kurgu ile gerçeğin bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde birbirine karıştırılması anlamına geliyor. Sanatın doğasını ve sanatçının yaratım sürecini anlamaktan uzak bir yaklaşımın sonucu olan bu durum, sanatsal özgürlük için ciddi bir tehdit oluşturuyor.
Tarih boyunca toplumsal olaylara, siyasal krizlere ve insan hakları ihlallerine ayna tutan sanat; bazen doğrudan eleştirel bir araç, bazen de farklı perspektifler sunarak düşünsel dönüşümü tetikleyen bir alan olmuştur. Dolayısıyla canlandırdığı karakter veya anlatılar üzerinden sanatçının cezalandırılması veya cezayla tehdit edilmesi, sanatı ve sanatçıyı denetim altına alma çabasının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bu tür girişimler, yalnızca bireysel bir sanatçının ifade özgürlüğünü değil, sanatın kamusal alanlardaki eleştirel rolünü de baltalar.
Sanatçıların bu tür davalarla yargı tehdidine maruz kalması, sadece mevcut sanatsal üretimi değil, gelecekteki yaratıcı süreçleri de doğrudan etkiler. Sansür ve otosansür mekanizmalarının yaygınlaşması, sanatçıları daha çekingen hale getirebilir, özellikle de toplumsal meseleleri ele almak isteyen sanatçılar için caydırıcı bir etki yaratabilir. Sanatın bu şekilde sınırlandırılması, toplumsal tartışma alanlarının daralmasına, eleştirel düşüncenin zayıflamasına ve toplumun sanat yoluyla kendini ifade etme biçimlerinin körelmesine yol açar. Bu nedenle sanatçılar üzerindeki baskılar, sadece bireysel özgürlükler açısından değil, toplumun kültürel ve entelektüel gelişimi açısından da endişe verici bir sürecin habercisi olarak görülmelidir.
Turabi: Müzikal ifade özgürlüğü tehdit altında
Öte yandan, Turabi gibi bir fenomen veya şarkıcının yaptığı bir şarkının erişim engellenmesi ve şarkıcı hakkında yakalama kararı çıkarılması da benzer şekilde ifade özgürlüğünün açık bir ihlalidir. Zira şarkı, ahlak anlayışınıza aykırı ya da müzikal konulardaki bilgi birikiminize göre başarısız/yetersiz olabilir veya sıradan bir dinleyici tarafından kötü olarak değerlendirilebilir ancak bunun karşılığı sansür ve adli yargılama olmamalı.
Turabi’nin şarkısının erişime engellenmesi, müziğin yalnızca estetik bir ifade biçimi olarak değil, iktidar tarafından, toplumsal düzeni şekillendiren bir araç olarak görüldüğünü ve dolayısıyla “siyasi ve kültürel hassasiyetler çerçevesinde sansürlenebilir” olarak değerlendirildiğini gözler önüne seriyor.
Müzikal ifade özgürlüğüne müdahale anlamına gelen bu durum, müzikal anlatının da yasal sınırlarla şekillendirilmeye çalışıldığı bir döneme girildiğini işaret ediyor.
Turabi’nin şarkısı onlardan biri olmasa da Türkiye’de ve dünya genelinde müzik, kimi zaman politik bir direniş biçimi, kimi zaman da toplumsal meseleleri dile getirmenin en etkili yollarından biri olmuştur. Dolayısıyla bir şarkının erişime engellenmesi, sadece bir sanat eserine yapılan müdahale değil, aynı zamanda toplumsal tartışma alanının daraltılması anlamına da geliyor.
Geleneksel medyada yıllardır uygulanan denetim ve sansür mekanizmalarının internet ortamına taşındığına ve bu yeni alanın da giderek daha fazla kontrol altına alındığına uzun zamandır tanık oluyoruz. 2023 ve 2024 yıllarında kaleme aldığım Free Web Turkey 2022 İnternet Sansürü Raporu ile Free Web Turkey 2023 İnternet Sansürü Raporu bu eğilimi açıkça ortaya koyuyor.
İnternet ortamında yayımlanan bir şarkıya erişim engeli getirilmesi ise aynı zamanda sansürün sadece dijital medyadaki haberlerle sınırlı kalmadığını, müzik endüstrisine bulaşmaya başladığını gösteriyor.
Özellikle sosyal medya platformlarına ve dijital müzik servislerine uygulanan sansür, bireylerin bilgiye erişimini ve sanatçıların kitlelere ulaşma imkânını kısıtlayan bir araca dönüşüyor.
Bu bağlamda, Turabi’nin şarkısının erişime engellenmesi, sadece bireysel bir sansür vakası değil, daha geniş bir sansür mekanizmasının bir parçasıdır. Müzikal anlatının yasal sınırlarla şekillendirildiği bir döneme girildiğini düşündüğümüzde, bu sürecin sadece müziği değil, tüm sanatsal üretimi ve yaratıcı düşünceyi de etkileyeceğini öngörmek oldukça mümkün.
Ortak nokta: İfade özgürlüğü üzerindeki sistematik baskı
Sansürün sadece doğrudan siyasi içerikli ifadelerle sınırlı kalmadığını, kültürel alanlarda da yoğun olarak uygulandığını gösteren bu iki örnek, Türkiye’de sanatçılar ve içerik üreticileri üzerindeki baskının sistematik olduğuna dair bir tablo çiziyor.
Melisa Sözen’in ifade vermek zorunda bırakılması, muktedirler ve toplumun belirli kesimleri tarafından “milli güvenlik” veya “kamu düzeni” gibi söylemlerle meşrulaştırılmaya çalışılabilir. Bu tür söylemler, sanatçıların sadece sanatsal değil, aynı zamanda politik bir özne olarak konumlandırılmasına neden oluyor ve onları devlet eliyle denetlenen bir çerçevenin içine sıkıştırıyor. Sözen’in yaşadığı durum, sanatçının sanat üretiminin ötesinde, politik baskının doğrudan hedefi haline geldiğini gösteriyor.
Benzer şekilde, Turabi hakkında verilen yakalama kararı ve şarkısına getirilen erişim engeli de “toplumsal ve dini hassasiyetler” gerekçesiyle savunulabilir. Ancak bu tür “hassasiyet” söylemlerinin, çoğu zaman iktidarın hoşuna gitmeyen içeriklerin susturulması için kullanılan araçlardan biri olduğu da göz ardı edilmemeli. Buna dair on binlerce örneği yine Free Web Turkey 2022 ve 2023 internet sansürü raporlarında bulabilirsiniz.
Bu tür sansür pratikleri, sanatçılara yönelik baskının bireysel vakalar olarak değerlendirilmesini zorlaştırıyor. Öyle ki benzer müdahaleler sadece müzik ve sinema gibi alanlarla sınırlı kalmıyor, edebiyat, tiyatro, görsel sanatlar ve dijital içerik üretimi de giderek daha fazla denetim altına alınıyor. Türkiye’de tiyatro oyunlarının yasaklanması, festivallerin iptal edilmesi ve dijital platformlarda yayınlanan dizilerin sansüre uğraması, sanatın her alanına yönelik sistematik bir baskının varlığını gösteriyor.
Ancak her iki durumda da değişmeyen tek bir ortak nokta var: Bireylerin sanat yoluyla kullandıkları ifade özgürlüğünün baskı altına alınması.
Sanat, toplumsal dönüşümlerin en güçlü araçlarından biri olduğu için ona yönelik sansür yalnızca sanatçıyı değil, toplumun tamamını hedef alıyor. Baskı, yalnızca bugün üretilen sanatı kontrol etmekle kalmıyor, aynı zamanda gelecekte üretilecek sanatın sınırlarını da belirliyor. Bu da sanatçılar üzerinde derin bir otosansür mekanizmasının oluşmasına neden oluyor. Bir sanatçının düşüncelerini özgürce ifade edebilmesi, yalnızca bireysel bir hak meselesi değil, aynı zamanda demokratik bir toplumun temel göstergelerinden biridir. Bu nedenle de kültürel sansür vakaları yalnızca sanat dünyası için değil, toplumun bütününe dair bir uyarı niteliği taşıyor.
Hukuk: Keyfî
Türkiye’de hukukun siyasi ve toplumsal dinamiklere göre esnetilebilmesi ve farklı kişi veya gruplara aynı standartlarla yaklaşılmaması da bir diğer problem.
Bugün ülkedeki sansür ve hukuki baskı, genellikle belirli kişiler veya gruplar üzerinde yoğunlaşıyor.
İktidara, yani siyasi ve kültürel bağlamda güç sahibi olanlara yakın medya figürleri ve sanatçılar çoğunlukla korunurken muhalif veya aykırı görüşleri savunanlar, yani bu kültürel veya politik değerlerin zıttını benimseyenler ise hedef alınıyor. Bu durum da hukukun tarafsız olması gereken bir alan yerine, siyasi ve toplumsal güç dengelerine göre şekillenen bir araç haline geldiğini gözler önüne seriyor.
Özellikle Melisa Sözen örneği, hukukun nasıl seçici bir şekilde işletildiğini ve iktidarın kendisine yakın olanlar için hukuku pasifize ederken, muhalif veya farklı görüşleri savunanlar söz konusu olduğunda ise yargıyı bir baskı aracına dönüştürdüğünü gösteren çarpıcı bir vaka olarak öne çıkıyor.
Zira Sözen, Le Bureau des Légendes adlı Fransız dizisinin 2017’de yayımlanan sezonunda oynamıştı. Yani tecrübeli oyuncu, sekiz yıl önce oynadığı bir rol sebebiyle ifadeye çağrıldı. Oysa Türkiye’de iktidara yakın televizyon kanallarında yayımlanan ve doğrudan “terör örgütleri” ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasındaki çatışmaları ele alan dizilerde terörist rolünde oynayan oyuncular için benzer bir yargılama süreci işletilmedi. Tek Türkiye (2007-2011), Sakarya Fırat (2009-2013), Şefkat Tepe (2010-2014), Sungurlar (2014-2015), Söz (2017-2019), Savaşçı (2017-2021), Börü (2018) ve Yalnız Kurt (2022) gibi dizilerde, terörist ya da düşman karakterleri canlandıran oyuncular, herhangi bir hukuki soruşturma veya ifade çağrısı ile karşılaşmadı.
Ki zaten böyle bir yargılama sürecinin başlatılmaması da gerekir. Çünkü burada sahnelenen şey bir senaryoya dayalı bir kurgu, o senaryoyu canlandıranlar da profesyonel oyuncular. Ancak Melisa Sözen gibi sanatçılar belirli ideolojik algılar üzerinden hedef alınıyor ve hukuk yalnızca belirli kişiler için işletiliyor.
Ancak kişilerin ideolojik kimliklerine göre çifte standart izlenmesi ve yargı baskısının belirli kişiler veya gruplar üzerinde uygulanması, toplumsal adalet duygusuna zarar veriyor ve hukukun evrensel değerleri ile ifade özgürlüğüne saygının azalmasına neden oluyor. Hukukun keyfi kullanımı, bireylerin hukuka olan güvenini sarsıp otosansürü yaygınlaştırırken insanlar da herhangi bir hukuki veya siyasi baskıyla karşılaşmamak için kendilerini ifade etmekten kaçınabiliyor.
Bireysel değil, toplumsal bir gerçekliğin parçası olarak ele alınmalı
Türkiye’de sansür ve ifade özgürlüğüne yönelik bu keyfi baskı, hukukun herkese eşit uygulanmaması, sanatsal üretimin devletin ve muhafazakâr kesimlerin baskısıyla şekillendirilmesi ve dijital sansürün artışı, son tahlilde Türkiye’de ifade özgürlüğüne devlet eliyle müdahalenin bir sonraki aşamaya geçtiğini gösteriyor. Bu bağlamda, Melisa Sözen ve Turabi’nin karşı karşıya kaldığı baskılar farklı bağlamlarda olsa da aynı sansür mekanizmasının farklı yansımaları olarak değerlendirilmeli ve sadece bireysel vakalar olarak değil, toplumsal bir gerçekliğin parçası olarak ele alınmalı.
Bu noktada, sansüre ve keyfi baskılara karşı toplumsal bir refleks geliştirmek büyük önem taşıyor. Hukukun keyfi kullanılmasının önüne geçmek, bağımsız yargının tesis edilmesi, medya özgürlüğünün korunması ve sanatın herhangi bir ideolojik denetime maruz kalmadan icra edilmesini sağlamak, sadece bireysel ve toplumsal özgürlükler için değil, demokrasinin temel taşlarının korunması açısından da kritik bir gereklilik olarak karşımızda duruyor.