Serbest çalışmak değil, kendinden vazgeçmek bu

Bir gazeteci olarak serbest çalışmanın lüks olan tek yanı, pijamayla çalışabilmekmiş meğer. Fazlası değil. İstediğin kadar dinlenmek, dilediğin yerden çalışmak, eğlenmek, sosyalleşmek ve para kazanmak gibi lüksleri yok. Lüksleri geçtim, bunlar bir seçenek dahi değil ve bu da serbest gazeteciliğin standardı üstelik. Altı aydır sürdürdüğüm, daha doğrusu sürdürmeye çalıştığım serbest gazetecilik deneyimimi yazdım.

Bu şekilde çalışmaya başlamadan önce “serbest” çalışmayı, istediğin zaman çalışmak, ilham geldiğinde üretmek, yorgunsan dinlenebilmek sanıyordum. Özgürlük gibi geliyordu kulağa. Esneklik, zaman kontrolü, kendine ait bir tempo… Oysa işe koyulunca anladım ki bu özgürlük tanımı fazlasıyla romantize edilmiş ve çoğu zaman yalnızca bir yanılsamadan ibaret. Zira serbest çalışmak, istediğin zaman çalışmak değil, istediğin zaman ara verebilmek demek

Hafta içiyle hafta sonunun, sabahla akşamın, bayramla pazarın birbirine karıştığı; bitmeyen bir döngüde çarkı çevirmeye mecbur kaldığın bir düzenin içinde buluyorsun kendini. Tatil planı yaparken değil, ödeme günlerini takip ederken yaşıyorsunuz takvimi. Çünkü o çarkın dönmesi gerekiyor. Hele ki Türkiye’de, ekonomik kriz ve yüksek enflasyonun kıskacında yaşamaya çalışıyorsanız, üretmek zorundasınız. Üstelik sadece üretmek değil, sürekli üretmek ve kendinizi hatırlatmak zorundasınız. Bir dosya üzerinde çalışırken diğerinin temellerini atmak, biri biterken temelini attığın dosyaya yoğunlaşmak, kaynaklardan haber beklerken bir başka haber önerisi hazırlamak ve de henüz ödemesi yapılmamış işlerin takibini yapmak bu düzenin bir parçası.

Telifli iş az, ödemeler sorunlu, güvencesizlik zor

Çünkü çark, tek bir haber dosyasından aldığın telifle dönmüyor. Bağımsız gazetecilik söz konusu olduğunda bu tablo daha da karanlık. Serbest çalışan gazeteciler için dosya başına alınan telif ücretleri oldukça düşük. Üstelik, yıl başından bu yana telif karşılığı haber alan mecraların sayısı da ciddi biçimde azalmış durumda. Kimi kapandı, kimi kaynaklarını kaybetti, kimi yayın politikasını değiştirdi, kimi artık haber yerine içerik sipariş ediyor. Kalanlar da zaten bir kişinin emeğini ve yaşamını sürdürebileceği düzeyin çok altında olan telif ücretlerini geç ödüyor. Bu nedenle teliflerin düzensiz ödenmesini de artık kimse garipsemiyor bile. “Bir gün ödenir nasılsa” deyip geçiyorsunuz, çünkü başka çareniz yok.

Evet, garip gelebilir ama başka çareniz yok. Çünkü hayli geciken telif ödemelerinizi alabilmek için sorumlu yöneticiyle çatışmanız, bağırıp çağırmanız gerekiyor. “E hak etmediğin bir şeyi istemiyorsun ki, söz konusu şey emeğin. O yüzden gerekirse bağırıp çağırabilirsiniz” de diyebilirsiniz. Pek tabii ki. Fakat her biri, zamanla nefret ettiği, muhalefet ettiği anlayışa dönüşmüş medyamızın patronları, kendi içlerinde örgütlenip üzerinizi çizebiliyor ve bir daha hiçbir zaman tam zamanlı çalışamayabiliyorsunuz. Bunlar, sık sık duyduğumuz, arkadaşlarımızın yaşadığı şeyler. Bunu göze alabiliyorsanız tabii ki bağırıp çağırabilirsiniz.

Güvencesizlik, burada yalnızca sigortasız çalışmak anlamına gelmiyor, zihinsel ve duygusal olarak da sürekli bir belirsizliğin içinde üretmeye çalışıyorsunuz.

“Serbest çalışan” etiketi ve görünmeyen emek

Bu koşullar altında, toplumun “serbest çalışan” tanımını “işsiz, güçsüz” birine eşitlemesi de şaşırtıcı değil. Bu yanlış algı yalnızca maddi değil, manevi bir baskı da yaratıyor. Zira bir şirkette tam zamanlı çalıştığını söylemenin verdiği itibar hâlâ çok yüksek ve “şurada çalışıyorum” diyememek, bazı çevrelerde sizi değersizleştiriyor.

Fakat kimse “şu an serbest çalışıyorum” cümlesinin ardındaki çabayı, üretim disiplinini, kriz yönetimini, yaratıcılığı ve ayakta kalma direncini görmek istemiyor. Bu algının kendisi bile başlı başına bir yük. Bir yandan özgür çalışmanın motivasyonunu bulmaya çalışırken, diğer yandan bu çabanızın görünmez kılınmasıyla mücadele ediyorsunuz. Çünkü ‘güvence’ eksikse, ‘emek’ çoğu zaman yok sayılıyor.

Pijamayla çalışmaktan bunaldım, biraz da pantolon ütülemek zorunda kalmak istiyorum

Elbette fiziksel koşullar da cabası. Kimileri için evden çalışmak, pijamayla bilgisayar başına oturmak, kulağa harika geliyor. Başta bana da öyle gelmişti. Yıllarca her sabah hazırlanıp kalabalık toplu taşımayla bir ofise giden biri olarak, evde mesaiye başlamak adeta bir lüks gibiydi. Sabah uyanıp yüzümü yıkadıktan sonra bilgisayarımı açmam yetiyordu. Bu bile gençleştiriyordu sanki insanı. Ama altı ay sonra günler birbirine benzemeye başlıyor. Ofissizliğin getirdiği bir monotonluk, bir izole olma hali çöküyor üzerinize. Aynı evde, aynı sandalyede çalışan; aynı pencereden bakan bir insan haline geliyorsunuz. İşe gidip gelirken tanık olduğunuz sokak sesleri, bir kedinin bakışı, bir ağaç gölgesi; çalışırken laklak edebileceğiniz birilerinin yokluğu, rastgele karşılaşmalar, yol üstü sohbetleri ve ofis dedikoduları olmadan çalışmak da zaman geçirmek de zor oluyor.

“En azından haftanın birkaç günü farklı yerlerde çalışarak bu dengelenebilir” diyebilirsiniz. Denedim. Kafeler, parklar, bahçeler, ortak alanlar… Hepsinde çalıştım ve gerçekten iyi geldi ama malum ekonomik koşullar, bu çözümü de sürdürülemez hale getiriyor. Çünkü bir kahve için istenen ücret neredeyse tüm gün harcadığınız emeğin karşılığına denk geliyor. Ekonomik kriz, en küçük nefes alanlarımızı bile gasp ediyor artık.

Yaz, yaz ama psikolojik sağlığını da düşün gazeteci, psikolojik sağlığını da düşün

İşin fiziksel yükü kadar, -hatta belki ondan da fazla- duygusal yükü de hafife alınmamalı. Çünkü serbest çalışmak yalnızca bir üretim süreci değil, aynı zamanda sürekli bir yalnızlık pratiği. Bir yandan içerik üretmeye, zihinsel olarak yaratıcı kalmaya çalışırken diğer yandan da o üretimi mümkün kılacak en temel şeyleri karşılamaya uğraşıyorsunuz. Yani sadece çalışmıyor, aynı zamanda kendinize bir çalışma ortamı kurmanın mâli ve psikolojik yükünü de sırtlanıyorsunuz.

Ama asıl eksiklik, çoğu zaman fark edilmeden geçen ama varlığıyla insanı ayakta tutan insan teması.

Bir iş arkadaşınızın olmayışı; gün içinde kimseyle iki laf etmeden, birinin gözünün içine bakmadan, birlikte çalışmanın verdiği o güven hissini yaşamadan geçen mesailer… Bunlar başta önemsiz gibi görünür. Ama zamanla, iş arkadaşınızın gelişigüzel bir esprisiyle güldüğünüz anları ve onun sesiyle molaya çıkmanın hissettirdiği o geçici ama sıcak bağları arar hale gelirsiniz. Bu eksiklik büyür, sessizlik uzar, ekranın başında geçirilen saatler çoğalır ve bir süre sonra bu yalnızlık, yalnızca üretkenliğinizi değil ruhsal bütünlüğünüzü de tehdit etmeye başlar.

Kaçınılmaz son ¯\(ツ)/¯

Bütün bu zorluklar, elbette serbest çalışan her meslek grubu için geçerli değil. Yüksek ücretlerle ve proje bazlı çalışan, ödeme almak ve bunların düzeni konusunda bir sorun yaşamayan, projeden projeye rahatça geçiş yapabilen insanlar için serbest çalışmak hâlâ bir ayrıcalık. Durum öyle olunca o monotonluk ve yalnızlık hissi de kolaylıkla giderilebiliyor zaten.

Ancak gazetecilik ne yazık ki bu meslek gruplarından değil. Hele ki bağımsız gazetecilik, Türkiye gibi bir ülkede hem ekonomik hem siyasal koşullar açısından başka hiçbir meslekle kıyaslanamayacak kadar kırılgan bir uğraş.

Tam da bu nedenle ı’m open to full time work in gazetecilik ya da ona paralel işler ¯\(ツ)/¯