Dijitalleşme hayatlarımızın merkezine yerleşti. İletişimden gündelik alışkanlıklara, haber takibinden sosyal ilişkilerimize kadar her şey artık dijital altyapılar üzerinden şekilleniyor. Ancak bu dönüşüm, beraberinde görünmeyen müdahaleleri, sessizce çalınan hakları ve fark etmeden kabullendiğimiz sınırlamaları da getiriyor. Bu yazı, dijital hakların neden sessizce aşındığını; ifade özgürlüğü, bilgiye erişim ve mahremiyetin nasıl geri plana itildiğini ve tüm bunların demokrasiyle olan derin bağını sorguluyor.
Dijitalleşmenin yaşamın her alanına nüfuz ettiği bir dönemdeyiz. Gündelik alışkanlıklarımız, iletişim şeklimiz, hatta ilişkilerimiz bile artık dijital kanallar üzerinden şekilleniyor. Bu dönüşüm, yalnızca teknolojik değil; aynı zamanda kültürel, politik ve toplumsal bir kırılmaya da işaret ediyor. Ancak dijitalleşmenin bu denli merkezîleştiği bir dünyada, dijital haklar gibi temel bir meselenin Türkiye’de neden bu kadar az konuşulduğu sorusu hâlâ geçerliliğini koruyor.
Bazen kendime şu soruyu soruyorum: İnternet sansürü, kişisel verilerin çalınması, sosyal medya platformlarının içerik silme veya görünmezleştirme politikaları gibi ihlaller bu kadar yaygınken, neden bunlar kamusal tartışmalarda bu kadar yüzeysel geçiştiriliyor? Cevabı, hem medya yapısının dönüşümünde hem de dijital hakların henüz politikleşememiş olmasında aramak gerekiyor.
Kısıtlanan bilgiyle şekillenen algı
Türkiye’de bilgiye erişim, ifade özgürlüğü, çevrimiçi mahremiyet ve veri güvenliği gibi konular çoğu zaman teknik detaylar olarak algılanıyor. Oysa bu haklar, doğrudan bireysel özerkliğimizi, kamusal alandaki varlığımızı ve toplumsal denetim mekanizmalarını ilgilendiriyor. Bu alanlardaki hak ihlallerinin yalnızca bireysel mağduriyetler olarak sunulması, meselelerin kolektif bir bilince dönüşmesini engelliyor.
Bilgiye erişim hakkı, demokratik bir toplumun en temel taşlarından biri. Ancak Türkiye’de bu hak giderek daha fazla zayıflatılıyor. Mahkeme kararlarıyla erişime engellenen haberler, sosyal medya platformlarında algoritmalar tarafından görünürlüğü azaltılan içerikler, belirli arama terimlerinin bastırılması gibi uygulamalar, yurttaşların bilgiye ulaşma olanaklarını ciddi şekilde sınırlıyor. Bu, bireyin haber alma hakkının yanı sıra toplumsal hafızayı ve eleştirel düşünme kapasitesini de aşındırıyor.
Gözetim altında yaşamak: Dijital panoptikonun yeni biçimi
Bu süreç yalnızca devlet müdahaleleriyle sınırlı değil. Dijital altyapıların büyük bölümü, denetlenemez küresel teknoloji şirketlerinin elinde. Bu şirketler, kullanıcı verilerini toplamakla kalmıyor; içeriklerin görünürlüğünü, erişilebilirliğini ve dolaşım hızını da belirliyor. Veri güvenliği ve mahremiyet bu noktada yalnızca bir “teknik mesele” değil, bireyin dijital alandaki varoluş hakkının da ta kendisi haline geliyor. Kendi verileri üzerinde söz hakkı olmayan birey, dijital panoptikonun gölgesinde davranışlarını sansürlemek zorunda kalıyor. Bu da özgürlüğün sessizce geri çekilmesi anlamına geliyor.
Bu noktada Michel Foucault’nun panoptikon metaforu, dijital çağda yeniden anlam kazanıyor. Görülme ihtimaliyle içselleştirilen denetim, bireyin kendi davranışlarını sürekli kontrol etmesine neden oluyor. Dijital mahremiyetin ihlali, verilerimizin başkalarının eline geçmesinin yanında, aynı zamanda kendi benliğimiz üzerinde kurduğumuz denetimin de kırılması anlamına geliyor.
Dijital sansür ise bu yapının en görünür ama bir o kadar da normalleşmiş unsuru. Her gün yeni bir içerik, sosyal medya paylaşımı veya haber metni erişime engelleniyor. Artık şaşırtıcı olmaktan çıkan bu sansür kamuoyunda alışıldık tepkilerle karşılanıyor ve birkaç gün içinde unutuluyor. Oysa sansür yalnızca içeriklerin yok edilmesi değil; aynı zamanda görünmez kılınması, bastırılması ve alternatif anlatıların sindirilmesidir.
Burada bir başka görünmez tehlike daha ortaya çıkıyor: Algoritmik sansür. Sosyal medya platformlarının hangi içeriği öne çıkardığı ve/veya hangisini görünmezleştirdiği, aslında dijital kamuoyunun sınırlarını çiziyor. Özellikle dijital okuryazarlığı düşük kitleler için bu algoritmik düzen, gerçeğin ne olduğuna dair tek yönlü bir algı inşa ediyor. Bu da hem görünür olanın hem de görünmez kılınanın siyasallaştığı yeni bir medya düzenine işaret ediyor.
Sessizliği bozmak: Dijital haklar için ortak zemin
Tüm bu gelişmeler bir medya krizinden öte, daha derin bir demokrasi krizine işaret ediyor. Dijital hakların ihlali, bireylerin özgürlüğüyle birlikte toplumun eleştirel kapasitesini, bilgiye dayalı karar verme yetisini ve kolektif dayanışma biçimlerini de zayıflatıyor. Bu durum, demokrasinin sadece sandıkla değil, aynı zamanda bilgi, görünürlük ve hak temelli iletişimle ilişkili olduğunu hatırlatıyor.
Bu nedenle dijital haklar üzerine düşünen, üreten, sorgulayan medya girişimlerine ve araştırma platformlarına her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Bu girişimler yalnızca bilgi üretmekle kalmamalı; aynı zamanda dijitalleşmenin getirdiği eşitsizlikleri, gözetim biçimlerini ve sessizleştirme stratejilerini görünür kılmalı. Ancak bu yolla, dijital çağın otoriterleşme potansiyeline karşı toplumsal direnç inşa edebiliriz.
Sessizliğin, ilgisizliğin yanı sıra bir rıza üretimi olduğunu da unutmamalıyız. Eğer biz susarsak, bu sessizlikten doğan boşluk, denetim aygıtları tarafından doldurulur. O yüzden dijital haklarla ilgili daha çok konuşmalı, yazmalı, sorgulamalı; görünmeyeni görünür kılacak yolları birlikte yaratmalıyız.
Çünkü dijital haklar sadece teknolojiyle değil, nasıl bir toplumda yaşamak istediğimizle de doğrudan ilgili.